20 Ağustos 2012 Pazartesi

Gül yaprağı...Gülden Kale Düştü

Gül yaprağı...

         Gülden Kale Düştü adlı kitabında, Ahmet Karcılılar bir hikaye anlatıyor.
Hikaye şu: “Eski Çin’de, neredeyse hiç konuşmadan iletişim kuran rahiplerin yaşadığı manastırlar varmış; empati duyguları o kadar gelişmiş ki çoğunlukla diğerinin bir şey söylemesine gerek kalmadan ne istediğini ya da ne düşündüğünü bilirlermiş. Bu manastırlarda eğitim görmeye hak kazanan öğrenciler, gerekli her şeyi öğrenseler bile empati yeteneklerini geliştirmeden rahip olamazlarmış.
         Bu manastırlara girmek oldukça zormuş. Her yıl pirinç hasadından sonra öğrenci adayları manastıra girebilmek için günlerce kapıda beklermiş, ama kapı bir türlü açılmazmış. Bir süre sonra beklemekten bıkan kimileri vazgeçip köyüne dönermiş. Kalıp manastıra girmeyi başaranları başka zorluklar beklermiş; rahipler ve eski öğrenciler manastırın bütün işlerini yeni gelenlere yaptırırlar, hem de çok kötü muamele ederlermiş.
          İç savaşlar sırasında ve Japonya Çin’i işgal ettiğinde, bütün liderler ve kahramanlar manastırlarda eğitim gören savaşçılar ya da rahiplerden çıktı. Sanırım rahipler aynı zamanda zarar görmeden yerel derebeylerine karşı çıkabiliyorlardı, yani statü sahibiydiler. Bu yüzden, bu kadar zorluğa rağmen oldukça fazla sayıda kalan oluyormuş. Onları da zorlu bir eğitim süreci beklermiş.
         Manastıra girmeyi çok isteyen bir çocuk giriş zamanını kaçırdığından kapıda kalmış, ama yine de umutla kapıda bekliyormuş. Rahipler çocuğun beklediğini görüyor, fakat girişle ilgili katı kurallar olduğundan kapıyı açmıyorlarmış. Bir ay sonra beklemekten vazgeçmeyeceğini anlamışlar, ona acıyıp manastıra girmesinin olanaksız olduğunu bir şekilde göstermeleri gerektiğini düşünmüşler. Bir rahip kapıya çıkmış, elinde ağzına dek su dolu bir tas varmış. Çocuk bir süre rahibe baktıktan sonra yerdeki bir gül yaprağını alıp suyun üstüne koymuş. Rahip saygıyla eğilerek geri çekilmiş ve bütün kuralları çiğneyerek çocuğun manastıra girmesine izin vermiş.”
         Aslında kendimizle o kadar doluyuz ki, hayatlarımıza giren herkesin bizleri taşırmayacak bir gül yaprağı olması gerekiyor. Kendilerini gonca gül zannedip, gül yaprağı olamayacak olanlarla yollarımız ayrılıyor. Evlilikler, birliktelikler, sevgililer de böylece uçup gidiyor.
         Gelenler gidenleri, gidenler yeni gelenleri aratıyor, aramalar sürekli bir hal alıyor ve üvertür ilişkiler arasında boğuşmalar sürgit devam ediyor. Oysa hayatlarımızda hep ve daima as ilişkiler ve başyapıtlar vardır. Ama öyle bir yere gelinmiştir ki, kimsenin bir diğerinin gonca gülü olma hakkına sahipliği kalmamıştır.
         Yeni hayatlara ve gül yapraklarına merhaba...             
 

Hiç yorum yok:

20 Ağustos 2012 Pazartesi

Gül yaprağı...Gülden Kale Düştü

Gül yaprağı...

         Gülden Kale Düştü adlı kitabında, Ahmet Karcılılar bir hikaye anlatıyor.
Hikaye şu: “Eski Çin’de, neredeyse hiç konuşmadan iletişim kuran rahiplerin yaşadığı manastırlar varmış; empati duyguları o kadar gelişmiş ki çoğunlukla diğerinin bir şey söylemesine gerek kalmadan ne istediğini ya da ne düşündüğünü bilirlermiş. Bu manastırlarda eğitim görmeye hak kazanan öğrenciler, gerekli her şeyi öğrenseler bile empati yeteneklerini geliştirmeden rahip olamazlarmış.
         Bu manastırlara girmek oldukça zormuş. Her yıl pirinç hasadından sonra öğrenci adayları manastıra girebilmek için günlerce kapıda beklermiş, ama kapı bir türlü açılmazmış. Bir süre sonra beklemekten bıkan kimileri vazgeçip köyüne dönermiş. Kalıp manastıra girmeyi başaranları başka zorluklar beklermiş; rahipler ve eski öğrenciler manastırın bütün işlerini yeni gelenlere yaptırırlar, hem de çok kötü muamele ederlermiş.
          İç savaşlar sırasında ve Japonya Çin’i işgal ettiğinde, bütün liderler ve kahramanlar manastırlarda eğitim gören savaşçılar ya da rahiplerden çıktı. Sanırım rahipler aynı zamanda zarar görmeden yerel derebeylerine karşı çıkabiliyorlardı, yani statü sahibiydiler. Bu yüzden, bu kadar zorluğa rağmen oldukça fazla sayıda kalan oluyormuş. Onları da zorlu bir eğitim süreci beklermiş.
         Manastıra girmeyi çok isteyen bir çocuk giriş zamanını kaçırdığından kapıda kalmış, ama yine de umutla kapıda bekliyormuş. Rahipler çocuğun beklediğini görüyor, fakat girişle ilgili katı kurallar olduğundan kapıyı açmıyorlarmış. Bir ay sonra beklemekten vazgeçmeyeceğini anlamışlar, ona acıyıp manastıra girmesinin olanaksız olduğunu bir şekilde göstermeleri gerektiğini düşünmüşler. Bir rahip kapıya çıkmış, elinde ağzına dek su dolu bir tas varmış. Çocuk bir süre rahibe baktıktan sonra yerdeki bir gül yaprağını alıp suyun üstüne koymuş. Rahip saygıyla eğilerek geri çekilmiş ve bütün kuralları çiğneyerek çocuğun manastıra girmesine izin vermiş.”
         Aslında kendimizle o kadar doluyuz ki, hayatlarımıza giren herkesin bizleri taşırmayacak bir gül yaprağı olması gerekiyor. Kendilerini gonca gül zannedip, gül yaprağı olamayacak olanlarla yollarımız ayrılıyor. Evlilikler, birliktelikler, sevgililer de böylece uçup gidiyor.
         Gelenler gidenleri, gidenler yeni gelenleri aratıyor, aramalar sürekli bir hal alıyor ve üvertür ilişkiler arasında boğuşmalar sürgit devam ediyor. Oysa hayatlarımızda hep ve daima as ilişkiler ve başyapıtlar vardır. Ama öyle bir yere gelinmiştir ki, kimsenin bir diğerinin gonca gülü olma hakkına sahipliği kalmamıştır.
         Yeni hayatlara ve gül yapraklarına merhaba...             
 

Hiç yorum yok: